9. BÖLÜM
“NOT”
Bir ev,
Uzaklarda yanıyor.
Duvarda bir çerçeve,
İçinde bir fotoğraf...
Fotoğraftaki sen.
Yanıyor gülümsemen,
Kayıplardasın,
Kül oluyorsun.
Bir an,
Bir ah,
Bu dert,
Dermansız.
Yanıyor bu fotoğraf,
İçindeki sen.
Kaybın, sen sustukça büyüyorsa, konuşacak yüzlerce kelimen var demektir.
Ayazda dudaklarım titriyor, kalbim duran bir saat gibi zamanın akışına yetişme gayreti güdüyordu. Nasıl yelkovan, bozuk bir saatin içinde donup kalmışsa ben de onun gözlerinin içinde kalmıştım. Tıpkı saat çalışmadan yelkovan dönmeye devam etmeyeceği gibi, o gözlerini benden çekmedikçe o gözlerden ayrılamayacaktım. O bana kimsesiz olmadığımı söyleyeli ne kadar olmuştu bilmiyorum ama parmakları hâlâ mendilin üstünde, yanağımda duruyor ve tek bir an kıpırdamadan bana bakıyordu.
Yanağım parmakları yüzünden mi karıncalanıyordu?
“Siz,” dedim, rahatsız edici sessizliği bölerek. Rüzgâr çarptıkça dudaklarım sızlıyordu. “Ben gittiğinizi düşünmüştüm…”
“Eve girdiğini görmeyi bekledim.” Ondan böyle bir cevap beklemeyerek şaşırdım ama o ne söylediğinin bilincinde gibiydi. “Kapı açıldıktan sonra o herifin bağırtılarını duydum, ne dediğini tam işitemedim ama sana bağırıyordu.” Parmakları mendille beraber yanağımdan usulca uzaklaştı. “Sana bağırdığını duyunca işte... Duramadım.”
Aşağılandığımı görmüş, duymuş olması beni o kadar utandırdı ki, nefes alamadım. “Bana bağırmak istemediğine eminim, sadece sinirlenmiş. So... Sorun yok. Ben şimdi bir arkadaşıma gideceğim, Galip’le daha sonra konuşup bunu telafi ederiz, siz merak etmeyin. Affedersiniz, beni neden merak edeceksiniz ki? Elbet etmezsiniz. Teşekkür ederim ama siz devam edebilirsiniz, benim için yapabileceğiniz bir şey yok. Hem...”
“Sesin titriyor.”
Gözyaşımın tuzlu tadı hasret çekiyormuş gibi hızla kavuştu dudaklarıma. “Ha... hayır, titremiyor.”
Amber renkli gözleri sol yanağımdan aşağıya kayan gözyaşını takip ediyordu. Gerginliğini apaçık görebiliyordum. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki, terliyordum.
“Seni o kadar ürküttü mü?” diye sorduğunda sesi öyle kısıktı ki, bir an bunu duyup duyamadığımdan emin olamadım. “Şu işe bak! Seni resmen ağlattı!”
Hayır, bunu konuşmak istemiyordum. Gördüğü, duyduğu her şeyi unutamaz mıydı? Neden bununla ilgileniyordu ki? Dudaklarını sertçe birbirine bastırarak parmak uçlarında tuttuğu mendili bir kez daha kaldıracak olduğunda, yüreğimin yettiğinden fazla yanmayı göze alamayarak bir adım geriledim.
“Yapmayın,” dedim tek solukta, nefessizlikten ölecek gibi. Takıldığımda beni tutmak için orada olduğunu gördüm ve o an, elleri bir yabancının eline bakıyormuşum gibi hissetmediğim ilk an oldu. “Neden bununla ilgileniyorsunuz? Lütfen yolunuza devam edin.”
Eli bir an havada kaldıktan sonra mendili avuç içine hapsederek yumruğunu yanına indirdi ve yüreğimin yetmediği o ateş gibi gözlerle bana bakmayı sürdürdü. “Bundan sonra yolumuza beraber devam edeceğiz.”
“Efendim?”
“Arabaya geç, seni burada bırakmıyorum, yola beraber devam edelim.”
Hayır, bunun gereği yoktu. Kalbimi, patlamaya hazır bir mayın tarlası haline getirmesinden yorulmuştum. “Hiç gereği yok. Ben şimdi bir taksi çevirir, yoluma yalnız devam ederim. Bence siz gidin, Kerem’i çok beklettiniz.”
Bir an için omzumun üzerinden evin kapısına baktı ve dudakları tek bir çizgi halinde gerildi. “Suratına çarpılan kapının önünde taksi mi bekleyeceksin?” dedi, beni hazırlıksız yakalamıştı. Gözleri hızla bana döndüğünde, yanağımdaki yaşları siliyordum. “Anlamadığım şu ya... İnsan, senin suratına bakarken o kapıyı nasıl çarpabilir?”
“Hazer Be...”
“Ağlamasana.”
Ona bakamadım, ona baktıkça dilime batan kıymıklar çoğalıyor ve kelimelerim azalıyordu. Konuşamıyor, susuyordum. Hep susmuştum ama bu suskunluk hepsinden başkaydı. Susarken çığlıklar atmıyordum, kalbimin telaşını kovalıyordum. Bu suskunluk hepsinden başkaydı, biliyor ama bir şey yapamıyordum.
O yaptı, mendili kaldırdı ve sol yanağımdaki yaşları bir daha sildi.
Beni burada bırakıp gitmeyeceğine emin olduğumda aramızda daha fazla diyalog kurulmasının önüne geçerek hareketlendim. Kerem dörtlüleri yakmış arabada bekliyordu. Bahçe kapısından dışarıya çıktığımda Hazer Han’ın hâlâ o sokak kapısına baktığını ve yerinden hiç kıpırdamadığını gördüm. Ben karşıdan karşıya geçerken neyse ki orada durmaya son verdi ve peşime düştü. Az sonra ikimiz de arabanın arka koltuğuna yerleştiğimizde Kerem içten bir tebessümle beni selamladı.
“İyi misiniz Safir Hanım?”
Bu soruyu sormasıyla beraber onun da az önce yaşanılanları az ya da çok duyduğunu anlayarak utandım. “Teşekkür ederim Kerem, iyiyim.”
Kerem teşekkürümü alıp sevecen bir ifadeyle bana baktıktan sonra kendi kendine söylenerek önüne döndü. “Şu şerefsizin yaptığına da bak hele sen...”
Hazer Han yerinde dikleşerek genzini temizledi. “Kerem.”
Kerem ne dediğinin farkına vararak duraksadı ve yanaklarını bir çocuk gibi şişirdi. “Aman Hazer Bey, siz haklı olsam da beni azarlıyorsunuz haksız olsam da...”
İkisinin diyaloğuna misafir olarak yanaklarımdaki yaşları silmeye devam ederken, “Bence de,” diyerek onayladım Kerem’i. “Azarlamayın onu.”
Hazer Han kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. “Kerem sanki çocuk, bir de onu savunuyorsun bana. Ah pardon, kahramanındı.”
Kerem bana sevimli bir bakış fırlatarak direksiyona asıldı. Kollarımı Hazer gibi göğsümde kavuşturarak yanağımı soğuk cama dayadım. Buradan gitmeyi, yaşadığım aşağılanmayı unutmak istiyordum. Bu kadarını hak etmemiştim. Çantamı kucağımdan kaldırarak Hazer Han ile aramdaki boşluğa bırakmak için hareketlendiğimde, onun gözlerine rastladım.
“Erkek arkadaşın mıydı?” diye sordu. Bununla beraber, konuşmalarımızın tümünü duymadığını anladım. “Daha önce erkek arkadaşın olmadığını söylemiştin?”
Evet, laf arasında bir erkek arkadaşım olmadığını söylemiştim ama sanırım bugün şahit oldukları kafasını karıştırmıştı. “Erkek arkadaşım yok,” dedim, bir kez daha. “O Gazel’in erkek arkadaşıydı.”
Bana bakışlarımı kaçırma fırsatı vermeden, “Gazel’in erkek arkadaşı sana nasıl o kadar pislikçe davranabiliyor?” diye sordu. Yüzünü yüzüme doğru yaklaştırmakta bir sakınca görmemişti. “Bu daha önce de mi oldu yoksa?”
Bu soruyu dişlerinin arasından sormuştu. Nefesi yüzüme çarptıkça tüylerim diken diken oluyordu. “Olmadı,” diye yalan söyledim ve bunun utancıyla boynumu eğdim. “Gazel’in bundan haberi yok, zaten Galip de isteyerek yapmamıştır. Sinirli bir ânına denk gelmiş olabilirim, yoksa yapmaz öyle şeyler.”
“O ev o herifin miydi?”
Tüm bunları sormaktan, beni sıkmaktan vazgeçmeliydi. “Gazel ile yaşıyorlar,” dedim. “Ben Gazel ile kalmayı istediğim için buraya geldim ama sanırım Galip biraz sinirli, o yüzden daha sonra gelmemi istedi.”
“Hayvanın tekiydi.”
Yüzünden, gözlerinden, bakışlarından kaçarak koltuğa iyice yerleşirken, “Normalde nerede kaldığını söyle de arabayı oraya sürelim,” dedi hâlâ sakinleşmemiş bir sesle. “Evin neresi?”
Henüz evimi bulamadığımı ona söylemedim.
Sustum ve yanağımı cama dayayarak ne yapacağımı düşündüm. Hangi adresi verecek, nereye gidecektim? Şimdi sürüyordu ama yol nereye gidiyordu, bilmiyordum. Yok işte evim, yok.
Araba bir süre sakince yol aldı ve dakikalar sonra yavaşça durdu. Gözlerimi açmaya korkuyordum, çünkü nereye geldiğimi bilmiyordum. Belki beni, kolay bir araç bulabileceğim için caddeye bırakmış olabilirdi. En kötü cami avlusuna sığınırdım; daha önce defalarca yapmışlığım vardı. Tırnaklarımı dizlerime bastırırken cesaret edebildim ve sonunda gözlerimi açtım. Gördüğüm ilk şey, yukarı doğru uzanan demir kapının ardındaki iki katlı ev oldu. Evin etrafında duvarlar vardı ve dışarıdan kolayca görülmüyordu.
“Affedersiniz ama burası neresi?”
“Evim.”
Dilim tutulmuş vaziyette, inanamayarak ona baktım. Benim yabancı bir evde, bir erkeğin evinde ne işim vardı? Bu etik değildi, hoş değildi... Hem ben çok korkardım.
“Eviniz mi? Hazer Bey benim sizin evinizde olmam doğru mu hiç? Beni caddeye bırakacağınızı sanıyordum, ben...”
Beni, işaret parmağını dudağıma yaslayarak susturdu.
Bir an hissettiğime ve dudaklarımın üzerinde duran parmağına inanamayarak kocaman açtığım gözlerimi ona kaldırdığımda, gözlerime bakarak adeta o anahtarla kapı deliğini eşelediğini gördüm. Baştan aşağıya, depderin bir hisle ürperdim. Hazer Han ne yaptığını yeni fark etmiş gibi duraksadı ve gözleri, dudaklarıma sabitlediği parmağına kaydı. O an bir şey oldu. Bu sadece bir şeydi. Adı sanı neydi bilmiyordum ama ikimizi de soluk soluğa bırakmıştı.
Parmağını dudağımdan çekti.
Koltukta gidebildiği kadar geriye giderek bakışlarını önüne çevirdi. Eli, sıvazlamak için ensesine gitti. Beni böyle mi susturmak istemişti? Bir anlık refleksle susmamı istediği için mi yapmıştı? Onda kötü niyet aramıyordum, sadece refleksle olmuştu ve zaten pişman görünüyordu.
Dudaklarım titriyordu.
“Bu ev güvenilir, ben gece burada kalmayacağım, sen gönül rahatlığıyla kalabilirsin.”
Bu evde kalmayacaksa nerede kalacaktı? Bu elbette beni ilgilendirmiyordu ama ben kalayım diye evinde kalmıyor olması da saçmaydı. Bir kez daha itiraza kalkıştım.
“Hazer Be...”
“Safir, sadece eve gir.”
“Ama...”
“Haydi.”
Yollar mı daha güvenliydi, Hazer Han mı?
Aracın kapısına uzandım ve bir saniyede kendimi dışarıya attım. Han da arabadan indi ve kaputun etrafından dolanarak yanıma yetişti. Aramıza belli bir mesafe koyarak elindeki anahtarı kapı kilidine yerleştirdi ve bahçe kapısı aralandı. “Hazer Bey, ben arabayı park ediyorum.”
Hazer Han onu iğneledi. “Bir yere çarpmadan inşallah...”
Kerem arabayla beraber uzaklaştığında Hazer Han bir adım geriye çekilerek önden buyurmam için bekledi. Çantamı göğsüme bastırarak alt dudağımı dişledim ve önümde uzanan gri yolu yavaşça yürüdüm. Ev, geniş bir bahçenin tam ortasındaydı. Bahçe daire şeklinde, çiçeklerle dolu yemyeşil bir alandı. Villa iki katlıydı ve yeşil sarmaşıklarla örülmüş bir çatısı vardı. Bahçede birden fazla sokak lambası yanıyordu ve etrafı bu ışıklar sayesinde görebiliyordum. Evin pencereleri geniş, yerden zemine kadardı. Kapısı ahşaptı ve kapının yanında bir posta kutusu vardı. Bahçenin sol tarafında kalan yerde de bir atölyeye benzer bir yer vardı. Gözlerimi kırpıştırarak soluma döndüm ve geniş gövdeli ağacın altında bir salıncak gördüm. Oraya düşen ışık az ve cılızdı. Bu yüzden nasıl bir şey olduğunu net görmemiştim ama salıncak olduğuna emindim.
“Düşeceksin.”
Az ilerimdeki taşa takılmamak için duraksarken karşısında sürekli mahcubiyete düşmüş olmaktan utanarak bakışlarımı önüme çevirdim. Bir adım kadar önüme geçti ve eliyle kumaş pantolonunun cebini yoklayarak bir başka anahtar çıkardı. Anahtarı kilide yerleştirerek kapıyı açtığında dudaklarımı emdim. “Gir.”
Kapı aralığından ona temas etmeden içeriye doğru bir adım attığımda, boğucu bir karanlık yüzünden hiçbir şeyi seçemedim.
“Işık,” dedim hızlıca. Yolu göremiyordum. “Düğme nerede, ışığı yakmak...”
Bir an sonra ışıklar açıldı.
“Sakin ol, yaktım işte.”
Etraf aydınlandığında önümü seçebildim ve sokak kapısının doğrudan geniş bir hole açıldığını gördüm. İyi döşenmiş bir salonun ağzındaydım. Hazer’e baktığımda omzunu kapıya doğru dayamış, içeriye girmeden beklediğini gördüm. Üzüntüyle çantama daha sıkı sarıldım. “Ben arkadaşıma gidecektim aslında, evinize getirmeseniz de olurdu. Üstelik sizi de evinizden ediyorum, siz nerede kalacaksınız?”
“Çok uzakta değil.” Çenesini kaldırarak sol tarafı gösterdiğinde, bahsettiği yerin gelirken gördüğümüz atölye benzeri yer olduğunu anladım. “Atölyemde.”
Sevdiği bir hobi olmalıydı, bir atölyeye sahip olduğuna göre. Derin bir nefes yüklenerek omzunu kapıdan ayırdı.
“Benim yatak odam üst katta,” dediğinde, kirpiklerimin altından ona bakınıyordum. “Merdivenlerden çıktığında, tam karşıdaki oda benim, onun dışındakiler misafir odası, banyo, tuvalet falan. Alt katta bir tek burası ve mutfak var. Misafir odasını kullanabilirsin, daha önce kimse kullanmadı. Dolap dolu, eğer acıktıysan...”
“Siz aç mısınız?”
Sorarcasına bir bakış attı.
“Açsanız eğer,” diyerek toparladım. “İçeriye girip yemeğinizi yiyebilirsiniz.”
“Açsa balerinim yesin, ben tokum.”
Bakışlarımı kaçırarak garip bir heyecanla ellerimi kapının üzerine dayadım. Onun suratına kapıyı çarpamazdım, bu yüzden kapıyı yavaşça örttüm ve gözlerimi yumarak omuzumla kapıya yaslandım.
“Dios, mantén mi mente.”
Adım seslerini duydum, usulca gidiyordu. Vakur duruşlu omuzlarını geriye attığını, elini ensesinde gezdirdiğini hayal ettim. Kravatını çıkarmış olmalıydı, zaten gömleğinin düğmelerini de her daraldığında çözüyordu. Adım sesleri uzaklaşıp yok olana kadar orada kaldım.
Omzumu kapıdan ayırdım ve evin içine doğru yürüdüm. Zemin ahşaptandı ve adım attıkça gıcırdıyordu. Geniş bir salon vardı. Amerikan tarzı mutfak salondan bakıldığında görülüyordu. Etrafı, elimde olmadan ilgiyle izledim. Nasıl bir zevki vardı, ilk kez açıkça görüyordum. Koltuklar kahverengi döşemeliydi ve karşılıklı olarak yerleştirilmişti. Az daha ilerlediğimde duvara monte edilmiş, kocaman televizyonu gördüm. Televizyon sehpası siyah, cam bölmeliydi. Camlar zeminden tavana kadar uzanıyordu ve fon perdeler henüz örtülmemişti. Çantamı yere bıraktım ve o sırada, salonun birçok yerinde bulunan heykeller dikkatimi çekti. Yerdeki yün halı bej renkliydi. Üzerinde bir sehpa bulunuyordu. Dudağımı ısırarak perdeleri kapatmak için cama yaklaştım. Kahverengi fon perdeyi çekmek için uzandığımda, bakışlarım istemsiz olarak karşıya, atölyeye çevrildi. Camların ardında Hazer Han’ı gördüm. Atölyenin penceresine dayanmış bana bakıyordu. Utanarak elimi kaldırdım ve ona selam verdiğimde de orada öylece durarak gözlerini bile kırpmadan bana baktı.
Güzel gözleri var.
Diğer perdeyi de çekerek kimsenin beni görmeyeceğine emin olduktan sonra etrafı izlemeye son verdim. Çantamı kucakladığım gibi merdivenlere yöneldim. Üst kata çıktım. Koridor başlangıcındaki duvara dayanarak düğmeyi aradım ve etrafı aydınlatarak koridoru süzdüm. Merdivenin tam karşısında odası bulunuyordu. Kahverengi kapılıydı. Acaba odası nasıldı? Kapısına bakmaya son vererek sağ taraftan yürüdüm ve gözüme kestirdiğim ilk odanın kapısını açarak düğmeye davrandım. Ampulü yakarak etrafı süzdüm, misafir odasıydı.
Kapıyı arkamdan kapatarak çantayı gördüğüm tekli, bej koltuğa bıraktım. Geniş bir yatak, gardırop, çalışma masası dışında herhangi bir eşya mevcut değildi. Yatağa kadar yürüdüm. Üzerimdeki montu çıkararak çantamın yanına bıraktım. Üzerimde bir pantolon ile bluz vardı. Çantama yetişerek içerisinden alt pijama çıkardım ve perdelerin kapalı olduğuna emin olarak pijamayı giydim. Başımdaki lastiği çekip çıkardım ve çantamın yanına bırakarak saçlarımı omuzlarıma doğru yatırdım. Bu yatağa, yorganın altına girecek, güvenli bir yuvada uyuyacaktım. Korkmama gerek yoktu, Hazer Han korkutucu birisi değildi ve bu eve kimsesin girmesine izin vermezdi.
Nasıl oluyor bilmiyordum ama bunu biliyor ve daha az korkuyordum. Yatağın başına yaklaşarak pikeyi kaldırdım ve kaloriferlerin yandığını, odanın sıcak olduğunu fark ederek yatağa süzüldüm. Yatağın içi ilk girdiğim an soğuk olsa da birkaç saniyeden sonra ısınmaya başlamıştı. Burada güvendeydim, biliyordum. Genelde güvende hissetmez, hep tetikte olurdum ama yattığım bu döşekte sırtıma diken gibi batan bir huzursuzluk yoktu. Gözlerimi yumduğum sırada, telefonumun bildirim sesi odayı doldurdu. Gazel olabilir miydi? Öyle olmasını ümit ederek doğruldum ve pantolonuma uzanarak cebimdeki telefonu çıkardım.
Gönderen: Hazer Han Dalgakıran.
Odanın ışığını neden söndürmedin?
Pencereme mi bakıyordu? Perdelerin arkasını görmüyor olmasına rağmen mi bakıyordu? Bakıyorsun madem, söyle; neden kafanı kaldırıp gökyüzüne değil de ardını göremeyeceğini bildiğin o pencereye bakıyorsun?
Gönderilen: Hazer Han Dalgakıran.
Çünkü, karanlıktan korkuyorum.
✨
Omurganız var diye dik durabildiğinizi sanıyorlar ama kalbiniz eğilip bükülmüş, görmüyorlar.
Uyandığımda hüngür hüngür ağlıyordum.
Kalbimde bir sancıyla uyandım. O sancının omurgama vurduğunu hissederken çaresizce kurşunun girdiği yere, kalbime baktım ama yara o kadar derindeydi ki içerideki varlığı hissedilmiyordu. Gözlerimi, hatırladığım o anıyla beraber açarak uyandığımda, bütün vücudumun sarsılmakta olduğunu ve düzensiz nefeslerimin gırtlağıma zorluk çıkardığını hissettim. Ne kadar ağladığımı, başımı çevirip yastığa baktığımda görmüştüm. Kılıf sırılsıklamdı.
Rüyamda Hüseyin’in beni taciz ettiği bir anıyı görmüştüm.
Alt dudağımı ısırarak yorgana, yatağa baktım ve doğrularak iç çektim. Çenemin altında biriken ıslak yaşları elimin tersiyle silerek kanepedeki çantama ulaştım ve içini karıştırarak bir tayt çıkardım. Perde hâlâ örtülüydü. Gönül rahatlığıyla pijamamı çıkararak taytımı giydim ve bir de kırmızı, omuzlarında hafif dekoltesi olan bluzu çıkardım. Çantadan diş fırçamla macunu alarak odadan çıktım, banyo bulmam gerekiyordu.
Koridora çıktığımda evde hâlâ yalnız olduğumu fark ettim. Etrafta banyo aradım. Kapısını açtığım ikinci oda banyoydu. Doğrudan lavabo tezgâhına yürüyerek dişlerimi fırçalamaya başladım. Banyoda küvet vardı. Ayağımın altında beyaz bir banyo halısı duruyordu, karşımdaki yuvarlak aynaya bakıyordum. Çillerim... Gördüğüm ilk şey onlar oldu.
Çillerin çok çirkin.
Onlar olmasa seni daha çok severdim.
Yüzüme su çarptım. Enseme ve boynuma ıslak ellerimle dokundum. Kâğıt havlu alarak ıslattığım bölgeleri kuruladım. Banyodan çıkıp ahşap merdivenleri indiğimde kapalı perdelere rağmen içeri dolan gün ışığıyla gözlerimi kırpıştırdım. Çantamı kahverengi kanepeye bıraktım ve kararsız, çekingen bir tavırla mutfağa yürüdüm. Bardak arıyordum. Tezgâhın üstünde birkaç tane gördüm. Bardağı alarak damacanaya yaklaştım. Eğilip pompaya bastığımda suyun akışını izlerken düşüncelere daldım. Ben bunun kaç katında boğuluyordum? Ben akıntıdaydım da yolumu neden bulamıyordum?
“Su taşıyor.”
Telaşla elimi pompadan çekerek geriye doğru sıçrarken, bardağın sarsıldığını hissettim. Doğrulmuş, iki elimle bardağı sıkıca tutmaya başladığımda, “Affedersiniz,” dedim adeta bir refleks gibi. “Hazer Bey kusura bakmayın, dalmışım. Hemen silerim ben şimdi burayı.”
Bardağı telaşla tezgâha bırakarak ona bakmadan etrafta, yeri silebilecek bir şey aradım. Tezgâhın bir köşesinde gördüğüm bir beze telaşla uzandığımda, “Bırak,” diyerek yanıma yetişti. Bezi elimden çekip aldı ve yanında durduğu tezgâha bıraktı.
“Sorun değil balerinim.”
“Size bu kadar rahatsızlık vermek istememiştim.”
Kravatı... Elindeydi. “Öcü görmüş gibisin, beni görmek sana neden bunu yapıyor?”
“Ben... hayır!” Ona karşı çıkarken, başımı ani bir şekilde kaldırdım ve göz göze düşmemiz kaçınılmaz olduğunda yüreğim ağzıma geldi. Dağınık saçlarını kirli sakallarıyla tamamlıyor ve ıslak kirpiklerinin arasındaki, uçurum boyu derinliğe sahip gözleriyle bana bakıyordu. Dünden kalma takımı dağılmış ve kırışmıştı.
“Bir kâbus gördüm, onun etkisindeydim. Bunun sizinle alakası yok. Siz çok… iyisiniz.”
Hafifçe gülümseyip ardından kaşlarını çattı. “Kâbus... Sen de mi görüyorsun?”
Demek kendisinin de şikâyetçi olduğu kâbusları vardı. Nefes nefese başımı salladım ve birkaç düğmesi açılmış gömleğine, kırış kırış olmuş takımına utançla baktım. “Kırışmış.”
“Neden nefes nefesesin?”
“Siz de öylesiniz?”
“Hızlı yürüdüm ben!” Bakışlarını omzumun üzerinden arkaya, mutfağa çevirdi. “Ondan.”
“Ben de size hazırlıksız yakalandığım, sesinizi bir anda duyup açıklama yaptığım için...”
“Evet, anlıyorum.”
“Evet, anlıyorsunuz.”
Boğazının derinliğinden bir homurtu çıkararak ağırca yutkundu. “Suyu içiyor musun?”
Ağzım kupkuru olmasına rağmen suya uzanacak gücü kendimde bulamayarak, “Yok,” diyebildim.
“İyi.”
Hazer Han uzandı ve bardaktaki suyu alarak kafasına diktiği gibi tek yudumda içti.
Bardağı tezgâha bırakarak arkasını döndü. Vakur adımlarla mutfaktan dışarı çıktı.
Arkasından bakarken, babamın dediği bir cümleyi anımsadım.
“Su üç yudumda içilir...”
“Su üç yudumda içilir.”
Durdum. Bu ses nereden gelmişti? Hazer Han’a ait değildi, çünkü kendisi merdivenlere çıkarak gözden kaybolmuştu ve zaten bu ses, bir hayvan sesiydi. Hayvan? Bakışlarımı sol tarafa doğru çevirdiğimde, tezgâhın ucundaki kafesi ve kafesteki papağanı görerek dudaklarımı araladım. Yeşil başlı, küçük, tüylü bir papağan kafesin etrafında dört dönüyordu. Onu nasıl da görememiştim, hayret bir şey! Beni tekrar etmişti.
“Sorun değil balerinim, sorun değil balerinim...”
Papağanların konuştuğunu biliyordum elbette ama ilk kez tanık oluyordum. Dudağımın sol tarafı hafifçe kıvrıldı, bu oldukça... Sevimliydi...
“Hey, sessiz ol. Lütfen, tekrarlayıp durma.”
“Hey, sessiz ol. Hey, sessiz ol. Hey, sessiz ol.”
Bu çok tatlıydı. Tamam, cümlelerinizin tekrarlanması pek hoş olmayabilirdi ama o konuşan bir kuştu işte. Yeşil kafasına ve sevimliliğine biraz daha tebessüm ederek mutfağın çıkışına yöneldim.
“Adın ne acaba?”
Çantamın yanına vararak montumu giydim. Çantamı da sırtıma atarak ellerimi ceplerime yerleştirdim, her şeyim içinde olduğundan epey ağırdı. Işık hâlâ yanıyordu, benim için. Çantamın askılarından tutarak sokak kapısına yürüdüm ve kendimi dışarıya attım.
Hazer Han’la gergin bir karşılaşma yaşamamak için kendisine veda etmeden ayrılıyordum ve bu kabalığımı görmezden gelmesini ümit ediyordum. Sokak kapısını sessizce örterek bahçe boyu yürümeye başladığımda, kısık gözlerim geniş gövdeli o ağacın altındaki salıncağa düştü. Evet, dün gece gördüğüm siluet bir yanılgı değil; salıncaktı. Bu evin bahçesinde, o salıncağın ne işi vardı? Bu evde bir çocuk yoktu ki. Belki de yaşanmamış bir çocukluk vardı.
Bahçeden çıktığımda Kerem’i arabanın önünde gördüm. O da kafasını kaldırıp bana baktığında yakalandığımın farkındalığıyla kızardım.
“Safir Hanım?” dedi, arabanın tozunu almaya son vererek. “Hayırlı sabahlar. Gidiyor musunuz? Halbuki Hazer Bey gidip sizin için yiyecek bir şeyler almamı istemişti benden. Yani, çörek falan...”
Göğsümün altından bahar esintisi geçti. Elim ayağım birbirine dolanırken, “Çörek mi?” diyebildim.
“Evet, sizin için almamı istemişti. Kahvaltı yapmadan mı gideceksiniz? Hazer Bey nasıl oldu da razı oldu ki...”
“Gideyim ben.” Bakışlarımı itinayla uzaklaştırarak kaldırıma bakındım. “Daha fazla rahatsızlık vermeyeyim Hazer Bey’in yüzüne karşı teşekkür etme fırsatı yakalayamadım, teşekkürümü iletir misin lütfen?”
“Tabii.” Sesinden bocaladığı anlaşılıyordu. “Kalsaydınız keşke, hem Hazer Bey de tek yapmamış olurdu kahvaltısını?”
“Gideyim Kerem, sen kendisine eşlik edersin.”
Kıs kıs güldü. “Ben olsa olsa onun iştahını kapatırım, sizse açarsınız.”
“Kereeeem.”
Omuzlarını sevimli bir şekilde silkti. Yaşının kaç olduğundan habersizdim ama böyle çarpıkça gülümsediğinde ve konuştuğunda çocuk gibi görünüyordu.
“Görüşürüz Kerem,” dedim ve o da bana ukalaca gülümsemeye devam etti. “Keşke kalıp da patronumun iştahını açsaydınız.”
Ona sırtımı çevirerek kaldırım kenarında yürümeye başladım ve halsiz adımlarla oradan uzaklaştım. Bugün de önceki günler gibi yorucu olacaktı ve benim besin takviyesine ihtiyacım vardı. Çektiğim para çantamdaydı, bir ay gibi uzun bir süre onunla idare edeceksem masrafsız şeyler almalıydım. Simit ve çay. Evet, bunlar hem doyurucu hem de ucuz olurdu. Sokağın köşesini dönerken dönüp arkama bakmamak için direndim.
Hazer Han, gittiğimi gördüğünde ne düşünecekti?
Karşıdan karşıya geçmek için trafik ışıklarını yoklarken cebimdeki telefonun titreyişini hissettim. Telefonu cebimden çıkararak ekrana baktığımda, havayı huzursuzca soluyarak telefonu açtım.
“Sa... Safir? Sen neredesin? Neler oldu da gelmedin gece? İyi misin? Dün gece seni beklerken uyuyakalmışım ve sabah Galip senin eşyalarını alıp gittiğinden bahsetti.” Hızlıca, bana fırsat vermeden konuşuyordu Gazel.
“Sorun Galip mi? Ondan çekindiğin için mi gittin? Ne oldu? Nerede kaldın? Endişeden ölüyorum, iyisin değil mi?”
Ben o evden ayrılmamıştım, beni kovan Galip’ti ve anladığım kadarıyla bunlar olurken Gazel uyuyordu. Ayağımın altındaki taşı eşelerken, “Sakin ol,” diyerek güçlü çıkmasına gayret ettiğim bir sesle konuştum. Ben bunca savaşı zayıf kalmak için vermiyordum. “Evet, eşyalarımı aldım. Eve geldiğimde Galip’in geldiğini gördüm, daha fazla orada duramazdım. Geceyi güvenli bir yerde geçirdim. Endişe etme canımın köşesi.”
“Nasıl endişe etmem ki?” Sesi daha sakin ama hâlâ tereddütlüydü. “Aptal kafam! Uyuyakalmamalıydım! Üzgünüm, gelip seni alacaktım ama içim geçmiş Safir. İsteyerek yalnız bırakmadım seni.”
Benim için zaten yeterince fedakârlık yapıyordu; fazlasında gözüm yoktu ki. Kalbim, sevgiyle doldu.
“Bana endeksli yaşayacak değilsin ya Gazel, ben tek başına üstesinden gelebilirim bu hayatın.”
“Şüphem yok,” dediğinde sesi daha sakin ve uysaldı. “Bir an yılmadan gayret ve çaba göstereceğinden zerre şüphem yok. Fakat ben senin hayatını biraz daha kolaylaştırmak istiyorum. Senin geceleri yerlerde yattığını düşününce uyuduğum döşek keskin bir bıçak gibi batıyor sırtıma Safir.”
“Hayır, böyle düşünme,” dedim boğazımdaki keskin bir yumruyla. “Hem... Ben dışarıda kalmadım, Hazer Bey beni ağırladı evinde. Tabii, kendisi evde yoktu. Ben yalnız kaldım, güvendeydim.”
Telefonun diğer ucunda uzun bir sessizlik oldu. Epey şaşırmış olmalıydı.
“Hımm,” diye bir mırıltı geldi bir süre sonra. “Demek seni ağırladı. Odasında mı uyudun yoksa? Seni evinde ağırladığına göre sevgilisi bile yok demek...”
“Kapatacağım Gazel,” dedim, kendini duruma kaptırmasına müsaade etmeyerek. Sanki Hazer Han bu konuşmaları duyuyormuş gibi utanıyordum. “Sadece misafiriydim, büyütme lütfen. Aklın bende kalmasın, sen kendine iyi bak yeter benim için.”
“Sen de.”
“Hoşça kal.”
Telefonları kapattığımızda içim biraz olsun rahatlamıştı. Gazel dünden beri aklımdaydı ve sonunda iletişime geçmek, iyi olduğundan emin olmak huzurlu hissettirmişti.
Metroyu gösteren tabelaları takip ederek kısa vakitte istasyona indim. Kısa süren yolculuğun ardından dans kursunun olduğu yere geldim. Bir seyyar simit satıcısından simit ile çay alarak dans kursunun yakınlarında gözüme kestirdiğim bir banka oturdum. Bağdaş kurarak çayı yanıma, banka bıraktım ve simidi kemirmeye başladım. Dans etmeden önce enerji yüklenmeliydim. Çok acıkmış olmalıyım ki simidi birkaç dakika içinde yemiş, çayımı da kısa sürede bitirmiştim. Artık binaya girip hazırlanarak Hazer Han’ı bekleyebilirdim.
İçeri girerek merdivenlerden yukarı çıktım. Az sonra en üst kata, salonun olduğu koridora vardığımda ortalık oldukça sessizdi. Kapıya yaklaştım, elimdeki suyu kana kana içerken, beklentisiz bir şekilde kapıyı açtım. Gözlerim, odağına ilk olarak orada olduğuna inanamadığım kişiyi, Hazer Han’ı aldı.
Yok artık!
Evden ilk ben çıkmıştım. O, ne ara gelmişti?
“Aa, Safir’ciğim, biz de seni bekliyorduk.”
Meliha Hanım’ın sesini duyarak yaşadığım ufak çaplı şaşkınlıktan kurtulmaya çalıştım ama mümkünü yok, yapamıyordum. Salonun misafir koltuğunda, rahat bir şekilde oturuyordu. Elini çenesine yaslamış, kirpiklerinin arasındaki bakışlarını bu tarafa doğrultmuştu. Üzerinde simsiyah takımını tamamlayan siyah bir gömleği vardı ve kravatı boynunda sabit duruyordu. Meliha Hanım’ın sesi uğultu halinde kulaklarımı doldururken, kalbimin bir yılan gibi boğazıma doğru kıvrıldığını hissettim. Hazer Han’ın dümdüz ifadesi bir kırılma gösterdi ve dudağının ucu kıvrıldı.
Gülümsemişti.
Halime gülüyordu.
“Hazer Bey de bugün erkenden aramıza katıldı,” diye konuşmasını devam ettirdiğinde, Meliha Hanım’a bakmayı akıl edebildim. “Beraber daha çok vakit geçirip çalışabileceğiz. İstersen sen perde arkasında üstünü değiştir.”
Vaziyetim konuşmama müsaade etmiyordu. Bu yüzden sadece kafamı sallayarak şişeyi dudaklarımdan indirdim ve kıpkırmızı şekilde onun önünden yürüyerek sahneye geçtim. Bugün işine gitmemiş miydi? Üstelik nasıl benden hızlı gelmişti? Metroda zaman mı kaybetmiştim? Bu duruma inanamıyordum. Ona hiç bakmadan Meliha Hanım’la selamlaşarak perdenin arkasına geçtim. Bugün onunla fazladan vakit geçirecektim, on iki saatten daha fazladır onunlaydım. Montumu sıyırarak çantamın üstüne bıraktım ve perdenin arkasında, siluetimin görünmemesini diledim. Altımda taytım vardı, bu yüzden yalnızca üstümdeki bluzu çıkarıp askılımda kalacaktım. Pointlerimi okşayıp sevdikten sonra giydim. Kirlenmesine bile kıyamıyordum.
“Gel tatlım, izlemeni istediğim birkaç video var.”
Perdenin arkasından çıktığımda Meliha Hanım’ın sahnenin ortasında oturduğunu ve kucağında bir bilgisayar olduğunu gördüm. Saçlarına bir bandana takmış, ilgiyle ekranı izliyordu. Yanına yaklaştığımı fark ettiğinde, “Koreografini, bu danstan esinlenerek ortaya çıkardım,” dedi. “Seksenlerin en ünlü balerinlerinden birisi, mutlaka izlemeni tavsiye ederim. Gel, otur şöyle.”
Hazer Han’a bakma.
Beni şaşırttığının bir hayli farkındaydı. Bununla eğleniyor olabilir miydi? Meliha Hanım’ın yanına bağdaş kurarak oturdum ve ilgimi ekrandaki videoya vermeye çalıştım. Uzun zaman önce çekildiği için kalitesi düşük bir bale gösterisiydi. Ellerimi çenemin altında birleştirerek hayranlıkla videoyu izlerken tebessüm ediyordum. Dansı sadece yaparken değil izlerken de mutlu oluyordum. Sadece, en iyisi olmayı istiyordum. Birinin benden daha iyi dans ettiğini gördüğümde kendime küsüyor, kızıyordum. Demek ki daha iyisi mümkün olabiliyordu ve ben yapamıyordum.
“Senin koreografin için bu kadının danslarından esinlendim. Oldukça meşhur bir balerin. Koreografileriniz benzediği için bu videoyu izleyip dansı görselleştirebilirsin. Eksiklerin konusunda sana yardımcı olacaktır.”
“Bu balerin kadar iyi değil miyim?”
“Henüz değil.”
Omuzlarım çöktü. İyi olmak elimdeyken nasıl olamazdım ki? Ellerimi çenemin altından indirerek kucağıma bıraktım. Hissettiğim kadar iyi değilsem kendim için bir hayal kırıklığı mı olacaktım? Buna tahammül edebilir miydim? Ağır ağır yutkundum ve üzüntüyle önüme döndüm. “Fakat eminim, birkaç yıl içinde daha iyisi bile olabilirsin.”
“Bizim birkaç yıl vaktimiz yok.” Hazer Han sol ayağının topuğunu sağ dizine yasladı. “Yalnızca birkaç ay var.”
Kendime engel olamayarak konuştum. “Bana birkaç ay da yeter.”
Gözlerinin üzerimde olduğunu anlamam için ona bakmam gerekmiyordu. Oradaydı. Gözleri. “Göreceğiz balerinim.”
“Hazer Han,” dedi Meliha Hanım, hafifçe kızar gibiydi ama bunu tatlı bir şekilde yapıyordu. Hazer Han’a karşı mesafesini biliyordu. “Elbet başarabilir. Gözünü korkutma lütfen, oluyor mu hiç böyle? Ona bir kardeşinmiş gibi anlayışlı yaklaşmaya çalışsana...”
Hazer Han’ın boğazından bir öksürük fırladı.
Meliha Hanım kaşlarını kaldırarak Hazer’e bakarken, elimle ensemi sıvazlayarak bakışlarımı aralıklarla ona dokundurdum. Genzini temizleyerek yüzünü, bakışlarıyla beraber Meliha Hanım’a çevirmişti. Kardeşin gibi mi? Ne lüzumu vardı ki canım? Ben Hazer Han’ın kardeşi değildim.
“Biliyor musun Meliha, gidip biraz da diğer dansçılarla ilgilenmelisin,” dedi Hazer Han, dudakları tek bir çizgi halinde gerilmişti. “Safir Mila ile ben ilgilenirim.”
Ortam o kadar gergindi ki elimi kaldırıp boşluğa daldırsam sanki çarpılacaktım. Meliha Hanım itirazda bulunmadan kalkarken, “Peki,” dedi, gülümsemeye çalışarak. “Kızı çok yorma.”
Hazer Han ona dik dik baktı.
Meliha Hanım yanımızdan ayrıldığında örttüğü salonun kapısı, tok bir ses bırakarak dalgalar halinde etrafa yayıldı. Elimi enseme kaydırarak nemli bölgeyi silmeye çalışırken, Hazer Han’ın yerinden kalktığını gördüm. Hava tekrar ağırlaşıyor, nefes almak zorlaşıyordu. Sahnenin ucuna kadar yaklaştı ve eğilerek ellerini sahnenin zeminine yasladı. Gözleri, gecenin ardından yasa duran bir seher vakti gibiydi. İkimiz de nefes almayı kestik.
“Meliha yanlış benzetmeler yapmaya bayılır,” dedi, sesindeki rahatsızlık belli oluyordu.
Karnım kasılıyordu. “Yanlış bir benzetme miydi?”
Âdemelması aşağıya ve yukarıya doğru kavislendi. “Çok yanlış bir benzetmeydi.”
Evet, yanlış bir benzetmeydi. Kayıtsız kalmaya çalışarak tıpkı onun gibi, soluk soluğa, bilinçsizce mırıldandım. “Benim çillerim çirkin mi?”
Donakaldı. “Ne?”
“Çillerim,” diye yineledim. Onun da çilleri olduğundan sormak istemiştim. “Çirkin mi?”
Bu soruyu sorarken sanki kalbimi avuçlarına bırakmışım gibi hissettim. Ondan cevap beklerken, kalbim avucunun içinde kasılıp gevşiyordu. “Çillerinin çirkin olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Aslında severim ama evet, dünden sonra öyle düşünmeye başladım.”
Sesi vakurdu. “Düşünme.”
“Neden?”
“Çünkü bu düşünce gerçeği yansıtmıyor.”
Yüzündeki orantısız dağılmış çillere baktım. “Sizde de olduğu için mi öyle diyorsunuz?”
“Çillerinin çirkin olmadıklarını gördüğüm için öyle söylüyorum.”
Annem mi beni kandırmıştı? İç çektim. “Ben... yine garip bir soru sordum değil mi?”
“Safir Mila?”
“Hımm?”
Gözleri o kadar derinden bakıyordu ki içindeki anlamı bulmak için günlerce ulaşmaya çalışmak gerekirdi.
“Sabah neden haber vermeden gittin?”
“Üzgünüm.”
“Sana çörek aldıracaktım.”
Terli avuçlarıma çare aradım. “Simit yedim ben.”
Dudağını kıvırarak doğruldu ve sahneden uzaklaştı. Ayaklarımın üzerinde doğrularak terleyen ellerimi askılımın üzerine silerken uzaklaşmasını izledim. Tekrar izleyici koltuğuna yerleştiğinde gözlerimiz sahne ışıklarının altında çakıştı. Neden gözlerin böyle, çok candan ama aynı anda soğuk? Ellerim titrerken Hazer Han’ın dudakları aralandı. “Başla, balerinim.”
✨
Yıldızlar çatısı olsa evinin,
Şikâyet eder misin karanlıktan?
Hiç düşündün mü, bulutlar ya gökyüzünün yaralarına dikilmiş yamalı bezlerse? Bunca bulut ya gökyüzünün yara bandıysa ve şu şimşekler, yaraların sızlanışıysa? O zaman bu yağmurlar, sadece yağmur mudur?
Bulutlara bakıyordum. Tavanı yıldızlarla dolmuştu şehrin, çoktan akşam olmuştu. Sahafta, kitapların arasındaydım. Müşterileri uğurladıktan sonra kepenkleri indirecektik, çünkü çıkış saatimiz gelmişti ve ben bugün fazlasıyla yorulmuştum. Üç saat boyunca hiç durmadan, dinlenme fırsatı yakalayamadan salonda dans ettikten sonra metroya bindiğim gibi sahafa gelmiş ve gün bitene kadar ayakta çalışmıştım. Bir ara patronum sahafa yemek istemişti ve on dakikalık kısa bir molada yemek yiyebilmiştim. Burada çalışmaktan memnundum, kimse benimle konuşma girişiminde bulunmuyor, beni rahatsız etmiyordu. Üstelik burada, Hazer Han’ın verdiği kitapları okumak için bazen boş vakitlerim de oluyordu. Kitabın yarısından fazlasını bitirmiştim.
Dakikalar sonra tüm müşteriler dükkândan ayrılmıştı. Çalışanlar gülüşerek aşağıya inmiş, dolaptan eşyalarını almaya başlamışlardı. Sessizce aralarına katılarak montumu aldım ve üzerime geçirirken bana soğuk bir ifadeyle iyi akşamlar dilemelerine biraz üzüldüm. Beni bu kadar soğuk görüyorlardı demek.
“Kızcağızım, benim yukarıda biraz işim var,” dedi patronum. Kasanın ardından çıktı ve yavaş adımlarla merdivenlere yöneldi. “Sen çıkarken kapıyı kapat.”
Kattaki karanlıktan ve yalnızlıktan ürkerek hiç vakit kaybetmeden çıkışa yöneldim. Dışarısı sakinleşmiş olsa da montlarına sarılarak yürüyen insanları görebiliyordum. Kapıyı hafifçe ittirerek açtığımda o melodik zil sesi etrafta çınladı. Kapıyı arkamdan kapatırken, bakışlarım kapının ucundaki fazlalığa düştü. Kaldırımın üstünde görebildiğim kadarıyla bir kitap vardı.
Kalbim çarptı.
Karanlık, kitabı yeterince görmeme imkân vermiyordu. Müşterilerden birisi giderken düşürmüş olabilir miydi? Dizlerimin üzerinde eğildim ve kitabı alarak doğrulurken bu soğuk akşama rağmen ellerimin yandığını hissettim. Boğazım kurumuştu. Sokak ışığının imkân verdiği kadarıyla kitabın kapağını gördüm. Bu, Hazer Han’la paylaştığımız kitaplardan onun okuması gerekendi. Bu kitabın burada ne işi vardı?
Bitirmiş miydi?
Sırtımı, arkamdaki kapıya vererek gözlerimi bir an yumdum ve hemen sonra açtığımda, parmaklarım kitabın kapağını kaldırmaya yeltendi. Saçlarım, yüzümün iki yanından perde gibi inmişti. Kitabın kapağını kaldırdığımda, ilk sayfada beni bir el yazısı karşıladı.
Kitabı ilk bitiren ben oldum.
Kitabın son sayfasında, senden ne istediğim yazıyor.
H.H
Ne ara bitirmişti? Okumamız gereken ikişer kitap vardı, ilk kitabı bitirerek anlaşmamız gereği benden bir şey istiyordu. Ben henüz birinci kitabı bitirmeden, ikincisini nasıl bitirip ondan bir şey dileme hakkına sahip olacaktım? Bir an kitabı tutan parmaklarım zayıf düştüğünde, kitabı daha sıkı tutmaya çabalayarak sert soluklar çektim. Tam da o vakit, gözüme bir ışık düştü. Sol taraftan, belli belirsiz ama hissedilen bir ışıktı. Kafamı kaldırarak hafifçe sola çevirdim ve sokağın ağzında onu gördüm.
Yüzüme, telefon ışığını tutuyordu.
Ben buradayım, demek için.
Siluetini, yüzünün bir kısmını görebilmiştim. Omzuyla, yanındaki duvara yüklenmişti. Siması, sureti hatırda kalıcıydı. Kirpikleri, toz bulutu gibi, gözlerinin yansımasını kuşanmışçasına orada duruyor ve bir an kıpırdamıyordu.
Sabah vaktinden bir fotoğraf karesi gibi sanki. Çerçevenin içinde, kıpırtısız, sessiz, yanmakta.
Kitabın arkası demişti... Dengemi sağlamak için ardımdaki duvara daha sert yaslandım. Kitabı ters çevirdim ve arka kapağını kaldırarak bir sayfayı çevirdim. Gözlerim yazıya rastladı. Bir an karanlık yüzünden yazıyı okuyamayacağım sandım ve o an, yüzümdeki cılız ışık kitabın üzerine düştü. Dudağım kıvrıldı.
Sanki ormanın içinde koşarken bir ağacın gövdesine çarpıyorum ve soluk soluğa durarak damı kırık bir evin altına sığınıyorum. Damı kırık bu evin penceresi bir kalbe açılıyor, hissediyorum.
Bu gece herhangi bir arkadaşında değil, benim evimde kal. Arkadaşında kalmayı istediğinde neler olduğunu gördük. Benim evim güvenilir.
Not: üstelik evimin camlarından, yıldızlar parlak görünür.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...